Mekânın üç katına yayılan çalışmalar, yapımı tamamlanmamış bir süs havuzu ve çevresinde saçılmış konfetilerin oluşturduğu bir inşaat atmosferi içerisinde yer alıyor. Sergi gösteri yapma, yerden yükselme, havaya fırlama ve patlama gibi dışavurumcu eylemleri farklı süre, hız ve yoğunluklarda ele alıyor. Bayraktar bu jestleri üretkenlik ve tahakküm göstergesi olarak tekrarlanan dikey itkiler olarak yorumluyor ve yalnızca sanata özgü olmayan, kendi kendini yücelten hiyerarşik sistemlerin güç performansları olarak değerlendiriyor.
Sanatçı vektörel hareketleri üreten, düzenleyen, gizleyen ya da tarif eden teknik araçlara odaklanarak iktidarın teknolojik sistemler içinde nasıl yeniden üretildiğini inceliyor. Bu çerçevede, gösteriyi mümkün kılan otomasyon süreçlerini, yapay zekâ üretimleri, teknik çizimler ve gözetim kayıtları aracılığıyla ele alıyor.
Sergi, sanatçının meyve ve çiçeklerin doğal dünyasını betimleyen ve mutluluk duygusunu öne çıkartan fotogerçekçi resimleriyle birlikte bir ses yerleştirmesini bir araya getiriyor.
İzleyiciye, “Derinlemesine haz verici deneyimler yaşarken neden aynı anda kadrajın dışında bir şey varmışçasına tedirginlik hissederiz?” sorusunu yönelten sergi, idealize edilmiş ve sürdürülemez bir Arkadya cennetinde geçen deneyimi merkezine alıyor. Yumuşak, resimsel üslubu kristal berraklığında bir netlik hissi yaratırken, kişiye arzuladıklarını veren
cömert bir doğurganlık hissi de sunuyor.
Nesnenin yüzey, jest ya da biçiminde saklı anlam kırıntısına odaklanan sanatçı, yıllar boyunca biriktirdiği materyaller ve kavramlar arasındaki çelişkiler ve gerilimler üzerine geliştirdiği düşünsel yolculuğun yansımalarını, üç katman üzerinden ele alıyor: “Graceful” (zarif), evrene şekil veren ilahi ve gizemli güçleri çağrıştırırken “Elegant”, insan eliyle yaratılan, estetik yargılarla tanımlanan uyumlu ve rafine bir güzellik anlayışını ifade ediyor. “Beasts” (canavarlar) ise bireyin kendi ahlaki ve fiziksel yargılarını yansıtan bir otoportre işlevi görerek toplumun yanlış olarak tanımladığı, aşinâ olmadığı unsurları temsil ediyor.
Terk edilmiş, bozulmuş ve işlevini yitirmiş unsurlarla karşılaşmalardan ilham alan sanatçı video, fotoğraf ve yerleştirmelerinden oluşan bir takım yıldızı yaratıyor. Çeşitli parçalardan oluşan, tükenmiş maddeleri, endüstriyel ve organik kalıntıları, işlevsellikleri nedeniyle değil; taşıdıkları potansiyeller üzerinden yeni bir kompozisyonda bütünleştiriyor.
Sanatçının uzun yıllardır geliştirdiği anlatı dünyasını besleyen bu yeni sergi, sadece bir üretim pratiği değil; aynı zamanda bozulma, bekleme, direnç ve dönüşüm kavramlarını ele alan canlı bir ekosistem olarak kurgulanıyor. İlk olarak 2022 yılında Torino’daki Barriera’da gösterilen ve ardından 2023’te Meksika’daki Museo Jumex’te farklı işlerle genişleyen sergi, sanatçının geçmiş işleriyle kurduğu diyaloğu sürdürerek, geleceğe dair yeni bir sorgulama alanı açıyor.
Çavuşoğlu’nun sergideki üretimleri, 2018 yılında Meksika’da karşılaştığı bursera fagaroides adlı ağacın kabuklarıyla başlayan bir sürece dayanıyor. Bu ağacın kabukları, sanatçının elinde zamanın izini taşıyan hassas birer nesneye dönüşüyor. Sergide, bu doğal malzemenin el yapımı kâğıda evrilerek dönüştüğü eserler; mikroskobik bir canlı olan Tardigrad’ın biyolojik dönüşümüyle paralel bir görsel ve kavramsal karşılık sunuyor.
Rüyaları sezgisel bir yaratım sürecinin kaynağı olarak gören sanatçının bu sergisinde her renk ve figür, bilinçdışının derinliklerinden gelen bir mesaj olarak beliriyor. Rüya aleminin katmanlı yapısı, sergideki kompozisyonlarda da kendini gösteriyor.
Sergi, gezgin bir ruhun izini sürerek rüya ile gerçek arasındaki sınırları bulanıklaştırıyor. Sanatçının eserleri, tıpkı rüya dünyasındaki gibi zamanla şekillenen ve dönüşen bir gerçeklik sunuyor. Serginin küratörlüğünü Fatma Leylâ Ak üstleniyor.
Adını “Gözümde Özleyiş, Gönlümde Acı”* adlı şarkının dizelerinden alan sergi, insanın zaman zaman kendine duyduğu yabancılık hissini, gündelik olanla bilinçdışı arasındaki kırılgan bağları ve aynı mekânlarda, aynı anlarda var olabilecek sonsuz olasılıkları ele alırken tekrarın içindeki değişimleri ve dönüşümleri de vurguluyor.
Sanatçının sergi için hazırladığı 10 video, stop-motion tekniğiyle gerçekleştirdiği animasyonlardan oluşuyor. Mekânları yaratmak için titizlikle inşa ettiği el yapımı maketler ise yalnızca fiziksel bir zemin değil, anlatının duygusal ve görsel atmosferini taşıyan temel öğeler olarak öne çıkıyor. Bu mekânların içine yerleştirilen elle üretilmiş nesneler, her hareketin kare kare işlenmesiyle canlanıyor ve maketler adeta birer arka plan olmaktan çıkıp zamanın, ritmin ve sessiz bir varlığın izlerinin dolaştığı yaşayan sahnelere dönüşüyor. Figürün olmadığı, malzeme ve nesnelerin belirgin bir varlık kazanarak çeşitli hareketlerle anlamı kurduğu sahnelerde izleyici, tanıdık veya yabancı bir atmosferin içinde ‘gözetleyen’ olmaya davet ediliyor.
Sergideki işlerinde bütünselliğin parçalanması, parçaların dağınıklığı, bir aradalığı veya birbirini hiç bulamamaları üzerine yoğunlaşan sanatçı, yeni bir canlı formu arıyor.
İsmini, gerçekten görmeyerek/dikkat kesilmeyerek/tüketerek içi boşaltılan neşeli kavramından alan sergi, bir kişinin ya da bir şeyin rengarenk olmasını neşe ile ilişkilendirmenin hisleri sığlaştırdığına vurgu yapıyor. Duygulara renk atamayı sorgulayan eserler, biçimsel yansılarının ötesinde figür yorumundan kompozisyona kadar içsel bir derinliği yansıtıyor. Toplumsal olarak acıları yaşama biçimimizi yorumlayan sanatçı, eril iktidarlıkta hakiki olanı arama dürtümüzün bir karşılığı olarak duyguları yaşama biçimimizi yorumluyor.
Botanik illüstrasyon aracılığıyla Anadolu’daki bitki çeşitliliğini görünür kılmayı amaçlayan sergi, Türkiye’den 47 bitki ressamının 80 çalışması aracılığıyla Anadolu coğrafyasında binlerce yıldır insanla etkileşim hâlinde olan bitkilere odaklanıyor. Seçkide tarımı yapılan tahıllar, sebze ve meyve gibi tarla ürünleri ile gıda, şifa veya farklı amaçlarla kullanılan bitki türleri yer alıyor.
Sanatçıların detaylı gözlemleriyle çizime aktarılan bu türler, Anadolu’nun kendine özgü renk, doku, tat ve kokularını şekillendiren ortak mirasın tanıkları olarak sunuluyor. Seçki, iklim krizi ile tarımsal çeşitliliği tehdit eden sanayileşmiş üretim modelleri karşısında yerel bitki türlerinin taşıdığı genetik ve kültürel mirası görünür kılmayı amaçlıyor. Bu mirasın korunmasının biyoçeşitlilik ve gıda güvenliği açısından yaşamsal önemini vurguluyor. Sergi, çizimlerin yanı sıra herbaryum örnekleri, tarihsel belgeler, nadir eserler gibi muhtelif kaynakları içeriyor.
Ayrıca Almanya-Irak kökenli aktivist sanatçı Lin May Saeed’in hayvanlara karşı zorbalıkları hicvettiği işleriyle Türkiye ve farklı coğrafyalardan sanatçıların üretimlerini bir araya getiren "Hayvanların Yaşamı" sergisi de 10 Ağustos'a dek Salt Beyoğlu'nda sürüyor.
İkilik kavramı üzerinden şekillenen bir diyalog inşa etmeyi amaçlayan sergi, 13 bağımsız sanatçının katılımıyla gerçekleşiyor. Sergi karşıtlıklar, benzerlikler ve geçişkenlikler üzerinden ilerleyen ikili sunumlar aracılığıyla sanatçılar ve eserler arasında çok katmanlı bir söylem öneriyor.
Modern ve çağdaş sanat pratiğinde yalnızca bir karşıtlık biçimi olarak değil, aynı zamanda anlam üretiminin temel araçlarından biri olarak varlık gösteren ikilik bu sergide beden ve ruh, doğa ve yapay, gerçeklik ve temsil, hareket ve durağanlık gibi eksenlerde şekillenen karşıtlıkları, birbirleriyle ilişki kuran ve birbirlerini dönüştüren ikili anlatılar olarak sunuyor.
Üretimlerinde sessizlikle çevrelenmiş doğa manzaralarının içinde kaybolmuş küçük ölçekli, çoğunlukla insan yapımı üç boyutlu öğeler arasında bir gerilim kuran sanatçı sergisinde insanın doğayla ve kendisiyle kurduğu kırılgan ve geçirgen ilişkiyi derinlemesine sorguluyor.
Küratörlüğünü Öykü Demirci’nin üstlendiği sergide, bu varoluşsal sessizlik katmanlı bir derinliğe kavuşuyor; doğa yalnızca bakılan bir dış dünya değil, içinde kaybolunan geçirgen bir alan olarak yeniden düşünülüyor. Bu bağlamda transparanlık kavramı sergide, doğanın fiziksel görünümü ile insanın içsel deneyimi arasındaki geçirgen sınırları hem maddesel hem de düşünsel düzlemde iki ayrı yaklaşım üzerinden irdeleniyor. Sergi, görünür olanla görünmeyen, geçmişle şimdi arasındaki ince katmanlarda ilerlerken izleyiciyi insanın doğa kadar transparan olup olamayacağını sorgulamaya davet ediyor.
İyilik İçin Sanat Derneği ve Istanbul Concept Gallery işbirliğiyle düzenlenen sergi, akustik izolasyonun ötesinde bir metafor olarak toplumsal yapıların ideolojik ve kültürel süzgeçlerini sorguluyor. Teknolojik gelişmelerin bireyler üzerindeki etkilerini ve dijital çağın sosyolojik dinamiklerini eleştirel bir bakışla ele alan sergide yankı kavramını estetikten öte, felsefi, sosyolojik ve politik açılımlarla merkezine alan bir öneri sunuluyor.
25 sanatçının işlerinin yer aldığı serginin küratörlüğünü Işık Gençoğlu üstleniyor.
Osmanlı döneminde Venedik ile İstanbul arasında yapılan ticari ilişkilere dair bir dizi araştırmaya rastlayan sanatçı, Osmanlı sultanının Venedik doçesinden hediye olarak tek boynuzlu at talep ettiği olağandışı bir diyaloğun ayrıntılarıyla buluşmasının ardından tek boynuzlu at imgesinin yarattığı zengin çağrışımların izini sürüyor.
19. yüzyılda İtalya’dan Türkiye’ye getirilmiş bronz döküm kalıplarının bir kopyasını sergi mekânına taşıyan sanatçı, heykellerin döküm sürecini izleyicilerin katılımına açarak bir aradalığın olanaklarını araştıran toplumsal bir zemin oluşturuyor.
İkincisi düzenlenen “Bir Arada” sergi dizisinde bu kez 90’lardan bu yana üreten ve aynı kuşaktan İstanbullu iki sanatçı Fulya Çetin “Gündüz Rüyaları”, İlhan Sayın “Geyikli Gece” isimli sergileriyle yer alıyor.
Sergileme yöntemi Yapı Kredi Galeri’nin mimarisinden yola çıkılarak geliştirilen dizide, kişisel ve ikili sergileme yolları kesişiyor. Sanatsal yaklaşımları benzerlik taşıyan sanatçıların çalışmalarına birlikte bakma alanı açan “Bir Arada” bu defa insanın doğa, kent ve insanla kurduğu karmaşık ilişki ağları üzerine düşünüyor.
İlhan Sayın, adını Turgut Uyar’ın Geyikli Gece şiirinden alan sergisinde doğanın direnişine, zamanın geçiciliğine ve mimariye yoğunlaşırken Fulya Çetin kadın ve doğanın varoluş mücadelesindeki ortaklığını vurguluyor.
Serginin küratörlüğünü Didem Yazıcı, asistan küratörlüğünü Zehra Begüm Kışla üstleniyor.
Dokular, desenler, kabartmalar ve yansıtmaları farklı mecralarla bir araya getiren sanatçı, sergisinde ekofeminist bir perspektiften yola çıkarak insan ve insan- olmayan varlıklar arasındaki sınırları, doğayla kurulan yapısal ilişkileri ve suya dair kültürel hafızayı inceliyor. Sergi, iki ana imge etrafında örgütleniyor: Kıyı ve kuyu. Bu iki kavram, yalnızca mekânsal değil; düşünsel, tarihsel ve kültürel anlamlar da taşıyor.
Sergi ziyaretçileri, suyun sesine kulak vererek insanmerkezci bakıştan sıyrılmaya, bildikleri dünyanın sınırlarında dolaşmaya ve yeni varoluş ihtimallerini birlikte düşünmeye davet ediyor.
Philip K. Dick’in Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi? adlı romanında kullandığı “kipple” terimi, insan yaşamının yan ürünü olarak biriken, bir zamanlar işlevi olan ancak artık tedavülden kalkmış, gözden çıkarılabilir ıvır zıvırı ifade ediyor. Kimse etrafta yokken, kipple kendini çoğaltıp büyütüyor. Fotoğrafları, fotoğrafçı kimliğinin ötesinde kendi benliğine dair ipuçları da sunan sanatçının bu sergisi geride kalan bütün artıklar ile barışma ve kullanılmayan eşya, nesne ve fikirlerden oluşan, birikip çoğalan bu yığılmayı kabullenme teşebbüsü niteliğinde.
İzleyiciyi mekânla kurulan görsel ve düşünsel bir diyaloğun içine davet eden sergide sanatçı herhangi bir yönlendirici anlatı sunmaksızın galerinin bulunduğu, tarihi 19. yüzyıla dayanan yapının kendi varoluşunu ve hafızasını ön plana çıkaran bir deneyim alanı yaratıyor. Mekâna hiyerarşik bir düzen içinde hükmetmek yerine, ona eşit bir unsur olarak yaklaşan sanatçı, izleyicinin algısını sabit ve tekil bir bakış açısından kurtarıyor.
Resimler duvarlarda salt birer yüzey olarak var olmanın ötesine geçerken serginin bütününe yayılan bir akış içinde birbirleriyle ve çevreleriyle ilişki kuruyor. Boşluk ve doluluk, ışık ve gölge, negatif ve pozitif alan gibi ikilikler, sergide birbirini tamamlayan parçalar hâline gelerek tek bir anlatının sınırlarını aşan, sürekli değişen bir görsel denge kuruyor.
Sanatçı, bu 50. kişisel sergisinde geçmişten güç bulan kadınların kararlı duruşlarını geleceğe taşıyor.
Sergide sanatçının doğduğu, ilk gençlik yıllarına kadar yaşadığı Kayseri bağlarının görsel dili olan kır iğdeleri; kendi rengiyle, diliyle sanatçının üretimlerinde kendine özgü bir alan açıyor. Görsel bir hafıza sonucusanatçının bilinçaltına yerleşen bu güzel şifalı bitki hem serginin öznesi hem de sanatsal yaratımının önemli sembollerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.
Serginin küratörlüğünü Serap Atala üstleniyor.
Kentlerin kuşaklar boyunca inşa edilen kimlik ve karakterlerinin, değişen politikalar karşısındaki kırılganlığını gözler önüne seren sergi BüroSarıgedik'in mekansal sınırlarını aşarak Merdiven Art Space'e de yayılıyor. Kentsel güç dinamiklerini derinlemesine sorgulayan çok yönlü bir yaklaşım sunan sergide sanatçının yakın dönem kolaj, asamblaj, buluntu nesne, yerleştirme ve video çalışmaları yer alıyor.
Serginin ana metaforu olan "anahtar", kent anlatısındaki devamlılıkları, kırılmaları ve değişimleri simgeliyor. Sanatçı, İstanbul'un tarihinden ilham alarak şehrin dinamiklerini ve ruhunu zaman içinde gerçekleşen dönüşümler, el değiştirmeler ve göçlerle şekillenen kolektif hafızayı mercek altına alıyor. Sergi, İstanbul'un yakın geçmişinde bir arada yaşayan toplulukların hikâyelerini de gün yüzüne çıkarıyor.
Kentlerin kuşaklar boyunca inşa edilen kimlik ve karakterlerinin, değişen politikalar karşısındaki kırılganlığını gözler önüne seren sergi BüroSarıgedik'in mekansal sınırlarını aşarak Merdiven Art Space'e de yayılıyor. Kentsel güç dinamiklerini derinlemesine sorgulayan çok yönlü bir yaklaşım sunan sergide sanatçının yakın dönem kolaj, asamblaj, buluntu nesne, yerleştirme ve video çalışmaları yer alıyor.
Serginin ana metaforu olan "anahtar", kent anlatısındaki devamlılıkları, kırılmaları ve değişimleri simgeliyor. Sanatçı, İstanbul'un tarihinden ilham alarak şehrin dinamiklerini ve ruhunu zaman içinde gerçekleşen dönüşümler, el değiştirmeler ve göçlerle şekillenen kolektif hafızayı mercek altına alıyor. Sergi, İstanbul'un yakın geçmişinde bir arada yaşayan toplulukların hikâyelerini de gün yüzüne çıkarıyor.
Sergi, sanatçının yetişkin dünyasına taşıdığı oyuncaklar aracılığıyla oyun, hafıza ve kimlik üzerine düşündüğü bir alan açıyor.
Foucault’nun heterotopya kavramından ilhamla, çocukluk ve yetişkinlik arasında gidip gelen bu üretimler, bireyin kendini keşfetme sürecinde oyunun nasıl bir direnç alanı sunduğunu araştırıyor.
Sergi, sanatçının hem pratiğinde hem de kişisel yaşamında deneyimlediği bir geçiş hâlini yansıtıyor. Başlık, hem sanatçı olarak yerini arayan kişiyi, hem de çocukluk ve ergenliğini geride bırakılıp belirsiz bir yetişkinliğe doğru ilerleyen kişinin daha derin bir kişisel dönüşüm sürecine işaret ediyor. Bu durum, “still emerging” (hâlâ ortaya çıkmakta) ifadesinde somutlaşıyor. Geçmiş, şimdi ve gelecek arasında salınan imgelerle örülü bu sergi; zamanlar arası bir geçişin görsel anlatımına dönüşüyor.
Çebi’nin yeni işleri, geçmişin, şimdinin ve muhtemel bir geleceğin bulanık sınırlarında dolaşan, zamansız ve rüya gibi sahneler sunuyor. Eserlerdeki figürler yalnızlık, içe dönüş ve kimlik arayışı gibi temalar etrafında şekilleniyor.
Son dönemde hafızasındaki tortuların izinden giderek sezgisel bir yaratım sürecini benimseyen ve geçmiş pratikleriyle sanat tarihinden onu etkileyen unsurları yeni biçimlerle ele aldığı yapıtlar üreten sanatçı, görmenin yalnızca pasif bir algı olmadığını, aksine düşünsel bir eylem olduğunu vurgulayarak görünen ile hatırlanan, somut ile soyut, bireysel ile kolektif hafıza arasındaki etkileşimi konu ediniyor.
Sergideki yapıtlar çok katmanlı ve dışavurumcu bir yaratım sürecinin içsel dinamiklerini yansıtıyor.
İnsanın yalnızca çevresiyle değil, kendisiyle de kurduğu ekolojik ilişkiyi sorgulayan, kentte var olmanın doğayla temas edebileceği yeni yollarını arayan sergi, doğayla olan ilişkinin içselleştiği, kayıplarla ve yok oluşlarla yoğrulmuş bir tahayyülün izini sürüyor.
Sergideki her görsel, bir yandan sığınma ihtiyacını ifade ederken öte yandan sistemin dayattığı yaşam biçimlerine karşı sessiz bir başkaldırı taşıyor.
Sanatçının Arter Koleksiyonu’nda yer alan 2014 tarihli yerleştirmesi, mekâna özgü bir kurgu içinde ziyaretçilerle buluşuyor. Yerleştirme, birçoğu 2008’de ABD’de emlak krizi ve ekonomik durgunluk sırasında haciz gelen evlerin kapıları ile bu kapıların üzerlerine iliştirilen megafonlardan oluşuyor.
İsmini, 2014 yılında 43 öğrencinin Meksika’nın Guerrero eyaletinde kaçırılıp öldürülmesinin ardından adalet talep eden protestocuların haykırdığı “Katiller! Katiller!” sloganından ödünç alan eser, onarım, kolektif beden, kitlesel dinamizm ve yaşamın temel bir bileşeni olan harekete odaklanıyor.
1960’lardaki Fluxus hareketinin paralelinde Cenevre merkezli Groupe Ecart’ın kurucularından olan ve resim, heykel, yerleştirme, performans aracılığıyla sanatın geleneksel sınırlarına meydan okuyan sanatçının Türkiye’deki bu ilk sergisinde ikonik mobilya heykelleri, kâğıt işleri ile sergiye özel olarak ürettiği dökme-yayma resimlerinden oluşan geniş bir seçki bir araya getiriliyor.
Serginin başlığı, sanatçının sıklıkla benimsediği esrarengiz yaklaşımına uygun olarak katmanlı bir anlam ve kasıtlı bir belirsizlik taşıyor; estetik değerlerin süreklilik içinde yeniden yorumlanışını, kalıcılığa dair alaycı bir ifadeyi ya da sanatsal fikirlerin döngüsel doğasını aynı zamanda içinde barındırıyor.
Sergi, aidiyetin yalnızca zihinsel bir inşa değil, aynı zamanda bedensel bir deneyim olduğu fikrinden yola çıkarak bedenin farklı bağlamlar içinde nasıl şekillendiğini, neye evrildiğini ve hangi ilişkiler ağı içinde konumlandığını sorguluyor. Sergi "Aidiyet hissi bedeni ne hale getirir?" sorusunu merkezine alıyor.
Küratörlüğünü T. Melis Golar’ın üstlendiği sergide Dilşad Aladağ, Zeynep Beler, Serra Bilgincan, Mustafa Boğa, Dilan Bozer, Yekateryna Grygorenko, Fırat İtmeç, Alix Marie’nin işleri yer alıyor.
Farklı alanlardan gelen ve bugüne kadar takı üretmemiş 17 sanatçının kendi metodlarını bir tür zanaat pratiğine dönüştürme çabası olarak karşımıza çıkan sergi, takı tasarımı çerçevesinde bilgiyi, sembolü, kültürel ve sosyal ifadeyi bir araya getiriyor.
“Zanaat”, “Ritüel” ve “Dönüşüm” başlıkları altında üç farklı odağı olan sergide “Zanaat” bölümü, ağırlıklı olarak üretim temelli yolları arayan sanatçıların işlerinin olduğu yer olarak tanımlanıyor. “Dönüşüm” bölümü, takının bir madde ya da fikri yeniden tanımladığı işlere alan açıyor. “Ritüel” bölümündeki işlerse, takı için bugüne ait törensel görevler bulmayı amaçlıyor. Ziyaretçileri tasarımların ait olduğu kategorileri ve bu kategorilerin kesişim noktalarını keşfetmeye davet eden serginin küratörlüğünü Onur Karaoğlu üstleniyor.
Birkaç sergiye yayılan Stagehand projesinin ilk ayağında dekor, ışık, ses, sahne, donanım ve özel efektlerin kurulması gibi tiyatrodaki sahne arkası faaliyetlerine odaklanan sanatçı, serginin bu ikinci perdesinde galeriyi bir set değişiminde yakalanmış yarı kurgusal bir tiyatro sahnesine dönüştürüyor. Sanatçı, arşiv görüntülerinden ve tiyatronun sahne arkası üretim süreçlerinden kesitler seçerek yeniden düzenledigi bir dizi büyük ölçekli resim aracılığıyla resimsel kompozisyon süreçleri ile bir set değişiminin altında yatanlar arasında bir çeviri alanı açıyor.
İsmini 19. yüzyıl Kanada’sındaki feminist dönüşümleri içeren “Anne with an E” adlı dizinin bir bölümünden ödünç alan sergi birliktelik, dayanışma, aidiyet, özgürlük gibi kavramlar etrafında üretilmiş yapıtlara yer veriyor. Çeşitli yüklerle, toplumsal cinsiyet kalıplarıyla yaşamanın özgürlüğe balta vuran taraflarıyla ve kendimize nefes alabilecek alanlar yaratmakla ilgilenen sergi, mücadelenin henüz bitmediğine, belki de bitmesinin imkansızlığına işaret ediyor.
Sergide Eylül Ceren Ersöz, Erdem Varol, Irmak Dönmez, Meltem Şahin ve Merve Dündar’ın yapıtları yer alıyor. Serginin küratörlüğünü ise Nergis Abıyeva üstleniyor.
Fotoğrafları, şiirleri, belgeselleri ve çevirileriyle kültür dünyasında derin izler bırakan Samih Rifat'ın düşünsel yolculuğunu, disiplinler arası geçişlerini ve şiirsel duyarlılığını ortaya koyarak sanat ve düşünce evrenini ziyaretçilere sunan sergi, sanatçının başta fotoğrafları ve desenleri olmak üzere tüm yaratım sürecini kapsayan bir seçkiden oluşuyor. Serginin küratörlüğünü Serhan Ada, fotoğraf editörlüğünü Esra Özdoğan ve Ahmet Elhan, sergi ve katalog tasarımını ise Bülent Erkmen üstleniyor.
Sergi, aynı zamanda Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın ilk yıllarında vakfın kurucu sanat danışmanlığını üstlenen, Pera Müzesi’nde pek çok projenin yanı sıra Henri-Cartier Bresson ve Josef Koudelka gibi fotoğrafçıların sergilerine de imza atan Samih Rifat anısına, Pera Müzesi’nin 20. kuruluş yılında gerçekleştirdiği bir vefa projesi olma özelliği de taşıyor.
Özgün mizahi üslubu ve ele aldığı konulara ilginç yaklaşımıyla dikkat çeken sanatçının müzik ve dansın öne çıktığı renkli hayal dünyasından başlayarak günümüzde karşı karşıya kalınan kötü yönetimler, çevresel yıkım ve savaşların sebep olduğu felaketlere değindiği eserlerden oluşan sergisi, aynı zamanda Türkiye’deki ilk kişisel sergisi.
Küratörlüğünü Alistair Hicks’in yaptığı sergide resim, çizim ve film gibi farklı mecralarda çalışan sanatçının lirik, sihirli, mizahi hikâyelere yer verdiği resimleri, heykelleri, video eserleri ile Raymond Pettibon’la birlikte ürettikleri bazı yapıtlar yer alıyor.
BBVA Vakfı işbirliğinde gerçekleştirilen Salt Sanatsal Araştırma ve Üretim Destek Programı’nın ilk edisyonu kapsamında desteklenen projelerin sunulduğu sergide, Sanatsal Araştırma Fonu’nu alan Aslı Uludağ ile Üretim Fonu’nu alan Ali Taptık ve Merve Mepa’nın üretimleri yer alıyor.
Hancan Sanat Koleksiyonu’nda yer alan Fikret Muallâ eserlerini, Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi ve Bor Sanat işbirliğiyle izleyicilerin ilgisine sunan serginin küratörlüğünü Ebru Nalan Sülün üstleniyor.
Sanatçının farklı dönemlerine ait eskizlerin ve guaj çalışmalarının yer aldığı sergi, tarih anlatıcılığı ve eleştiri metinleri yoluyla hem geçmişi hatırlatmayı hem de yazılı arşiv aracılığıyla Muallâ’nın yaşamına dair dönemsel bir analiz yapmayı hedefliyor.
Sanatçının 1958 tarihli aynı isimli yapıtından yola çıkan Heykel Olma Teşebbüsü başlıklı sergi, Walther’in uzun soluklu pratiğinde beden, eylem ve heykel arasında ördüğü çok yönlü ilişkilere odaklanıyor.
Sanatçının 60 yılı aşkın bir zaman dilimine yayılan pratiğinin kavramsal dönüm noktalarını kronolojik olmayan bir güzergâh içerisinde bir araya getiren sergi, farklı dönemlere ait eser grupları arasında dinamik bir diyalog kurmayı amaçlıyor. Serginin küratörlüğünü Selen Ansen üstleniyor.
25. yılını sanatsal üretimin geçmiş ve gelecek arasındaki etkileşimini görünür kılan “Yankı” ve “Rezonans” başlıklı iki sergiyle kutlayan galeri, bu özel seçkilerde, sanatın tarihsel sürekliliğini ve günümüz sanatçılarıyla kurduğu dinamik diyaloğu ortaya koyarak izleyicilere zamansız bir sanat deneyimi sunuyor.
Galerinin ana mekanındaki “Yankı” başlıklı sergide farklı kuşaklardan 33 sanatçının eseri yer alıyor. “Rezonans” başlıklı sergi ise sanat tarihine referans veren, geçmişle bugün arasında bağ kuran 42 sanatçının eserlerinden oluşuyor.
16. yüzyıldan günümüze farklı zamanlarda ve çeşitli edebî türlerde üretilmiş İstanbul temsillerini odağına alan sergi fantastik öykülerden grafik romanlara, bilimkurgudan casusluk hikâyelerine Batı edebiyatının kurmaca yapıtlarındaki İstanbul tahayyüllerini inceliyor. Ömer Koç Koleksiyonu’ndan yaklaşık 300 kitabın merkezde olduğu seçkide yazarlara ait elyazmaları, nadir ilk baskılar ile imzalı ve ithaflı kitaplara farklı kaynaklardan gravür, resim, nota kitapçığı, film, afiş gibi çeşitli yapıtların yanı sıra yayımlanan Türkçe çeviriler ve gazete kupürleri eşlik ediyor.
Edebî türler arasındaki geçişkenliklere, temsillerdeki benzerlik ve karşıtlıklara, devamlılık ve kırılmalara dikkat çeken sergi, kurduğu çok yönlü anlatıyla geçmiş ve bugün, kurmaca ve gerçek, Doğu ve Batı gibi varsayılan ikilikleri yeniden değerlendirmeye çağırıyor. Serginin küratörlüğünü Ebru Esra Satıcı ve Şeyda Çetin üstleniyor.
Sanatçının 2018’de Arter’de gerçekleşen "Boş Ev" başlıklı kişisel sergisinde gösterildikten sonra Arter Koleksiyonu’na dahil edilen Ters Yüz adlı serisinden yola çıkarak tasarladığı Duvar Çizimi, 10 geometrik form temel alınarak oluşturulmuş toplam 33 şekil içeriyor. Bu şekilleri Arter binasının giriş atriumu için mekâna özgü bir kompozisyonda bir araya getiren ve yağlı pastel boyayla doğrudan duvar yüzeyine uygulayan sanatçı, resim ile mekân arasındaki dinamik ilişkiyi üst üste binen, türeyen ve tekrar eden geometrik yapılar üzerinden inceliyor.
Sanatçı, sanat tarihinde ve görsel iletişimde geniş bir çağrışım alanına sahip kırmızı ve yeşil renklerin kullanıldığı yapıt aracılığıyla çizgi, yazı, şekil, tekrar, soyutlama ve temsil gibi meseleleri odağına alıyor.
Sanatçının farklı dönemlere ve serilere ait heykellerini, atölyesindeki üretim süreçlerini belgeleyen nesneler ve malzemelerle mekâna özgü bir kurgu içinde bir araya getiren sergi, Ariş’in 60 yıla uzanan heykel pratiğine figür, ten, tını, hareket ve denge gibi yapıtlarındaki merkezi kavramların merceğinden kapsamlı bir bakış sunuyor.
Sergiyi oluşturan 300’e yakın yapıt ve nesne, formların dönüşümüne tanıklık ederken aynı zamanda heykelin ahşap, taş, metal ve deri gibi farklı malzemeler yoluyla tensel bir boyut kazandığı bir ortaklık alanı yaratıyor. Serginin küratörlüğünü Selen Ansen üstleniyor.
Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan güncel bir seçki sunan sergi, insanoğlunun varoluş biçimini belirleyen sarmal döngülerin, çağımız sanatçıları tarafından nasıl yorumlandığı sorusuna odaklanıyor.
Sergi Françoise Morellet’den Ayşe Erkmen’e, Rick Silva’dan Jerry Zeniuk’a, Axel Hütte’den Merve Şendil’e farklı üretim pratiklerini ele alan sanatçıların işlerinden oluşan bir seçki sunarken eserlerin bu döngüsellik içinde birbirleriyle olan ilişkisine ve bunların bireyin günlük yaşamındaki yansımalarına ışık tutuyor.Serginin küratörlüğünü Dr. Necmi Sönmez üstleniyor.
Modern yaşam ve hiper bağlantısallığın karmaşıklık ve muğlaklığını, neoliberal küreselleşme çağında özgürlüğün anlamı ve bunun yalnızlaşma üzerindeki olası sonuçları bağlamında inceleyen sanatçının İstanbul’daki bu ilk kişisel sergisi, 2006 ile 2024 yılları arasındaki eserlerini alışılmadık bir şekilde bir araya getirerek yapının mimarisi üzerinden bir yolculuk yaratıyor.
Koronavirüs salgınının ortaya çıkmasından dört yıl sonra hazırlanan sergi, insanlığın doğasında var olan hareketlilik eğilimini ve çağdaş toplumdaki gelişimini mercek altına alıyor.
Özellikle şehirlere odaklanan eser seçkisi, modernlik durumunu ve günümüzün aşırı etkileşimli dünyasındaki paradoksal yalnızlığı irdeliyor.
Serginin küratörlüğünü Jérôme Sans üstleniyor.